126008.fb2
Rama’nın berrak, soğuk atmosferinde projektörden gelen ışınlar sanki yokmuşçasına, hiçbir ışın demeti oluşturmadan geçiyor, ana girişten üç kilometre aşağıda, yüz metre genişliğinde çok büyük oval merdivenin bir kısmını aydınlatıyor ve etrafı saran karanlıkta çöl ortasındaki bir vaha gibi parıldıyarak hâlâ beş kilometre altlarında olan eğri düzlüğü süpürüyordu. Bu ışığın ortasında karıncalara benzeyen üçlü bir gurup aşağıya inerken önlerinde uzun gölgeler oluşuyordu.
Durum tam umdukları ve bekledikleri gibiydi — tam anlamıyla olaysız bir iniş. Birinci platformda biraz durmuşlar ve Norton dar ve eğri yüzeyde, ikinci platforma inmeden, yüz metre kadar yürümüştü. İkinci platformda oksijen cihazlarını çıkarmışlar ve mekanik bir yardım olmadan nefes alabilmenin garip zevkini tatmaya başlamışlardı. Şimdi araştırmalarını rahatlık; ve bir insanı uzayda tehdit edebilecek en büyük tehlikeden uzak bir şekilde yapabilirlerdi. Artık elbiselerinde bir delik açılması veya oksijen rezervinin tükenmesi gibi korkulardan-kurtulmuşlardı.
Bu arada beşinci platforma varmışlardı, önlerinde inilecek sadece bir merdiven kalmıştı. Artık çekim. Dünyadakinin hemen hemen yarısına eşit hale gelmişti. Sonunda Rama’nın santrfüj dönüşü gerçek gücünü göstermeye başlamıştı. Kendilerini her gezegende hüküm süren ve en küçük bir ayak kaymasını bile acımasızca cezalandıran amansız güce — yerçekimine teslim etmişlerdi. Aşağı iniş hâlâ çok kolaydı, fakat bu binlerce ve binlerce merdiveni geri çıkma düşüncesi onları oldukça rahatsız etmeye başlamıştı.
Merdivenler çok yukarıda baş döndürücü dikliği bırakmıştı ve gittikçe yatay bir eğimle aşağı uzanıyordu, eğim başlangıçta 5’e, 1 iken şimdi Ve, 5’ti. Gerek fiziksel, gerekse psikolojik yönden basamaklardan normal bir iniş artık mümkündü. Sadece hava basıncının azlığı onlara bu merdiveni Dünya üzerinde inmediklerini hatırlatıyordu. Norton bir zamanlar eski bir Aztek kentinin kalıntılarını ziyaret etmişti. O ziyarette edindiği tecrübeyi şimdi yüzlerce kez gözünde büyüterek hatırlıyordu. Burada da aynı hayranlık, esrar ve kaçınılmaz şekilde yok olmuş bir geçmişin hüznü vardı. Ancak zaman ve yer bakımından ölçüler o derece büyük ve değişikti ki, insan aklı doğru hüküm veremiyor, bir süre geçtikten sonra uyum sağlayabiliyordu. Norton Rama’yı tümüyle inceieyebilme şansını bulabilecek miydi? Bunu merak ediyordu.
Diğer taraftan Dünya’daki harabelerle Rama arasında başka bir farklılık daha vardı. Rama, Dünya’da sağlam kalmış herhangi bir yapıdan — hatta Büyük Piramit’ten yüzlerce kez daha eskiydi. Fakat her şey o kadar yeni görünüyordu ki! Hiçbir aşınma ve yıpranma izi yoktu.
Norton bu bilmecenin üzerinde epeyce düşündü ve kendince geçici bir açıklama buldu. Şu ana kadar inceledikleri herşey çok ender olarak kullanılan acil ihtiyaç destek sistemiydi. Dünyada bilinmeyen bedensel bir yapıya sahip olmaları dışında, Rama’lıların bu inanılmaz merdiveni ve karanlıkta gözükmeyen iki arkadaşını çıkıp indiklerini sanmıyordu. Belki de bu merdivenler Rama ilk inşa edilirken gerekmiş ve o zamandan beri kullanılmamıştı. Bu fikir ilk anda akla yatkın geliyorsa da yine içi rahat değildi… bir yerde… bir eksiklik vardı.
Son kilometreyi kaymadılar, bunun yerine iki basamağı kapsayan uzun, yumuşak adımlarla indiler. Norton kaslarını daha sıkı bir çalışmaya zorlamaları gerektiğini çünkü yakında buna çok ihtiyaçları olacağını düşündü.
Bu düşünceler arasında birdenbire merdivenlerin sonu geliverdi — önlerinde, ana girişin projektörlerinin onlara zayıf şekilde erişen ışığı altında birkaç yüz metre öte-lerindeki karanlıkta kaybolan koyu gri bir düzlük vardı.
Norton başını kaldırarak artık kendilerinden sekiz kilometre yukarıda olan ışık kaynağına baktı. Mercer’in oradan onları teleskopla izlediğini biliyordu. Neşeli bir ifadeyle ona el salladı. Radyosundan „Kaptanınız konuşuyor” diye seslendi, „Hepimiz çok iyiyiz — olay yok. Planladığımız gibi devam ediyoruz.” Mercer cevapladı.
„Güzel, sizi izliyoruz.” Bir anlık bir sessizlikten sonra başka bir ses devreye girdi. „Ben ikinci kaptan, gemiden konuşuyorum. Kaptan, gerçekten bu yeterli değil. Biliyorsunuz haber ajansları bir haftadır kıyameti koparıyorlar. Ölümsüz bir şiir beklemiyoruz, ama deminkinden daha iyi birşeyler söyleyemez misiniz?” Kaptan güldü: „Deneyelim, fakat henüz ortada görülecek birşey olmadığını belirteyim. Burada şey… bir tek spot ışığı olan büyük karartılmış sahnede duruyor gibiyiz. Merdivenin ilk birkaç yüz basamağı karanlıkta gözden kayboluncaya kadar üzerimizde yükseliyor. Düzlüğün görebildiğimiz kısmı mükemmel şekilde düz — yani bu görebildiğimiz sınırlı bölgede eğrilik görülemeyecek kadar az. İşte hepsi bu kadar.” „Biraz izlenimlerinizi anlatır mısınız?” „Peki, burası hâlâ çok soğuk — donma noktası altında — ısı elbiselerimizi giydiğimize çok memnunuz. Ve elbette her taraf çok sessiz. Her zaman arka planda bir parça gürültü olan Dünya’da, uzayda düşünebildinim her yerden daha sessiz. Burada her ses yutuluyor; çevremizdeki alan o derece büyük ki hiçbir yankı duyulmuyor. Çok garip bir yer, fakat buna alışacağımızı umuyorum.”
„Teşekkürler kaptan. Başka kim konuşacak… Joe, Boris?” Oldukça çenesi düşük bir insan olan Teğmen Joe Calvert, konuşmaya zorlandığından memnundu.
„Başka bir dünyanın üzerinde yürüyebilmenin ve onun doğal atmosferini soluyabilmenin ilk kez gerçekleştiğini düşünmekten kendimi alamıyorum. aslında doğal sözcüğü böyle bir yere çok az yakışan bir anlatım oluyor. Bununla beraber Rama, onu yapanların dünyasını yansıtıyor olmalı. Bizim uzay gemilerimizin küçük dünyalar oluşu gibi. Şimdi elimizde bulunan iki örneğe bakarak bir karara varmak zor. Acaba bütün zeki hayat türleri oksijen yiyenler midir? Gördüğümüz yapıtlarından anladığımıza göre Rama’lılar insana benzeyen yaratıklar belki boylan bizden yüzde elli fazla. Ne dersin Boris? o> Norton Calvert’in Boris’e takıldığını düşündü ve Bo-ris’in tepkisinin ne olacağını merak etti.
Gemi arkadaşlarına göre Boris Rodrigo bir bilmece idi. Sessiz ve ağır başlı Muhabere Subayı mürettebat arasında çok ünlüydü, fakat hiçbir zaman aralarına fazla girmez ve sanki başka bir dünyanın insanıymış gibi onlardan uzak dururdu.
Boris „Beşinci Kozmonot — İsa” kilisesinin ciddi bir üyesiydi. Norton önceki dört Kozmonot-İsa’ya ne olduğunu öğrenecek zamanı bir türlü bulamamıştı ve kilisenin ayin ve kuralları hakkında da hiçbir şey bilmiyordu. Fakat inançlarının ana ilkesi biliniyordu: İsa’nın uzaydan gelen bir ziyaretçi olduğuna inanılarak bütün teoloji bu düşünce üzerine kurulmuştu.
Kilisenin taraftarlarının bir çoğunun çeşitli görevlerle uzayda çalışmaları çok normal sayılıyordu; istisnasız hepsi yeterli, dürüst ve tam anlamıyla güvenilir insanlardı. Herkes tarafından sevilir ve saygı görürlerdi. Başkalarını kendi dinlerine çevirmek için etkilemeye çalışmazlardı. Fakat bütün bunlara rağmen garip bir tarafları vardı. İleri bilimsel ve teknik eğitim görmüş bu adamların gerçek leri öğrenmelerine rağmen böyle şeylere nasıl inandıklarına Norton’un bir türlü aklı almıyordu.
Joe’nin oldukça şaşırtıcı sorusuna Teğmen Rodrigo’ nün cevabını beklerken Norton kendisi ile gelecek ekip ete-manlarmı nasıl seçtiğini düşündü. Boris’i bedensel uygunluğu, teknik yeterliği, tam anlamıyla güvenilir bir insan oluşu nedeniyle üçüncü adam olarak seçmişti. Acaba aynı zamanda Teğmen’i farkında olmadan kafasındaki merak nedeniyle mi yanına almıştı? Böyle bir dinsel görüşü olan bir insan Rama’nın gerçekleri karşısında nasıl davranacaktı? Belki inancını sarsacak bir şeyle karşılaşacak… belki de onu kanıtlayan birşey bulacaktı.
Boris Rodrigo her zamanki tedbiri ile Joe’nin tuzağına düşmedi.
„Oksijen soluyan yaratıklar oldukları belli” dedi. „İnsana benzeyen yaratıklar da olabilirler. Bekleyelim, göreceğiz. Biraz şansla neye benzediklerini öğrenebiliriz. Burada resimler, heykeller hatta eğer bunlara şehir diyebi-lirsek bu şehirlerde cesetlerini bile bulabiliriz.” Calvert ümitle devam etti.
„Ve en yakın şehir yalnız sekiz kilometre ötemizde.” Norton „evet” diye düşündü, fakat sekiz kilometre de geriye dönüş, sonra da tekrar tırmanılacak şu bunaltıcı merdivenler… bu riske girebilir miydi? Paris adını verdikleri şehre çabuk ve kısa bir ziyaret Norton’un ilk yapılacak işler planı içindeydi, ve şimdi karar vermek zorundaydı. Yirmi dört saat aşağıda kalmalarına yetecek bol su ve yiyecekleri vardı. Ana girişteki destek ekibi tarafından devamlı göz altında olacaklardı. Bu pürüzsüz ve çok hafif şekilde kıvrılan metal düzlükte bir kaza hemen hemen imkansızdı. Akla gelebilecek tek tehlike yorgunluk olabilirdi. Paris’e kolayca varabilirlerdi, ancak ondan sonra birkaç fotoğraf çekip birkaç ufak parça topladıktan sonra geri dönecek gücü bulabilecekler miydi? Fakat böyle kısa bir ziyaret bile çok önemli olabilirdi, çünkü Rama hızla Endeavour için çok tehlikeli olan Güneş’e en yakın noktaya ilerliyordu.
Bu durumda verilecek kararın bir kısmı onun üzerinde değildi. Yukarıda… gemide Dr. Laura Ernst, onların vücuduna iliştirilmiş bio — telemetrik alıcıların verilerini izliyordu. Eğer olumsuz cevap verirse bu yolculuk yapılamaz demekti.
„Laura” diye seslendi „ne diyorsun?” „Otuz dakika dinlenin, beş yüz kalorilik enerji alın, sonra yola çıkabilirsiniz.” „Teşekkürler Doktor” diyerek Joe Calvert araya girdi, „artık mutlu ölebilirim. Her zaman Paris’i görmek istemiştim. Monmarte, işte geliyoruz.”