126008.fb2
Işık o derece parlaktı ki Norton bir dakika kadar gözlerini sımsıkı kapatmak zorunda kaldı. Sonra hafifçe açmaya cesaret ederek aralamış olduğu gözkapaklarının arasından yüzünden birkaç santimetre uzaklıktaki basamakları seyretti. Birkaç kez göz kırparak istemeden gözlerinden süzülen yaşların dinmesini bekledi ve sonra yavaş yavaş arkasındaki aydınlık dünyaya döndü.
Görüntüye yalnız birkaç saniye dayanabildi, sonra tekrar gözlerini kapatmaya mecbur oldu. Dayanılmaz olan ışığın şiddeti değildi. O bu gibi şeylere dayanacak bir eğitimden geçmişti ve buna kendini alıştırabilirdi. Dayanılmaz olan, Rama’nın tümüyle ilk kez ortaya çıkan ve insanın kanını donduran dehşetli görüntüsüydü.
Norton ne göreceğini çok iyi biliyordu, buna rağmen görüntü onu sersemletmiş, kontrol edemediği bir titreme ve heyecan nöbetine kapılmıştı. Elleri tıpkı boğulmak üzere olan bir insanın korku ve telaşla cankurtaran simidine sarılması gibi basamaklara yapışmıştı. Kol kasları gevşemeye ve saatler süren tırmanıştan yorulan bacakları da çözülmeye başlamıştı. Eğer çok düşük bir çekim alanında bulunmasa düşebilirdi.
Sonra görmüş olduğu eğitim duruma hâkim olmaya ve panik karşısındaki önlemlerini almaya başladı. Gözlerini hâlâ kapalı tutarak ve etrafındaki müthiş görüntüyü unutmaya çalışarak derin, uzun nefesler alıp ciğerlerini oksienle doldurmaya ve yorgunluğun zehirlerini vücudundan atmaya başladı.
Sonunda kendini biraz daha iyi hissetti, fakat düşündüğü bazı şeyleri yapmadan gözlerini açmayacaktı. Sağ elini merdivenden ayırmak için büyük çaba harcaması gerekti — elleriyle adeta yaramaz bir çocukla konuşur gibi konuşmak zorunda kalmıştı — nihayet bir elini merdivenden ayırarak beline götürebildi. Emniyet kemerinin bir ucunu çengelinden çıkararak tokasını en yakın basamağa sağlamca takıp kilitledi. Şimdi artık ne olursa olsun düşme tehlikesi yoktu.
Norton birkaç derin nefes daha aldı, sonra — hâlâ gözlerin kapalı tutarak — radyosunun düğmesini açtı, içinden sesinin sakin ve güven verici şekilde çıkmasını diliyerek konuştu.
„Kaptan konuşuyor. Herkes iyi mi?” İsimleri bir bir kontrol edip, bazıları ürkek ve titrek bir sesle de olsa, cevap alırken, kendisine olan güven ve kontrolü yavaş yavaş yeniden kazandığını hissetti. Bütün adamları güvendeydi ve onun önderliğini bekliyorlardı. Kumandan olduğunu unutmamalıydı.
„Çevrenizdeki görüntü çok müthiş” diye konuştu. „Bunu görmeye dayanabileceğinizi aklınız kesmeden sakın gözlerinizi açmayın. Dayanamayacağını hisseden geriye bakmadan tırmanmaya devam etsin. Unutmayın yakında sıfır çekim gücünde olacaksınız. Yani düşme tehlikesi yok.” Bu husus eğitilmiş uzay adamlarına hatırlatılması gerekmeyen en basit gerçekti, fakat Norton bile bunu demin-denberi kendi kendine tekrarlıyordu. Sıfır çekim düşüncesi onu tehlikeden koruyan bir tılsımdı. Gözleri ona ne söylerse söylesin sıfır çekim gücünde Rama onu sekiz kilometre aşağıdaki düzlüğe çekip yok edemezdi.
Gözlerini tekrar açıp çevresindeki dünyayı incelemek artık onun için bir güven ve gurur konusu haline gelmişti. Fakat önce vücudunu kontrol altına alması lazımdı.
Bir eliyle merdivenleri bırakarak kolunu bir kanca gibi basamaklardan birine geçirdi. Yumruklarını sıkıp açarak kas kramplarının geçmesini bekledi, sonra… kendini oldukça rahat hissedince gözlerini açtı ve tekrar Rama’ya döndü.
İlk farkettiği şey mavilik olmuştu. Gökyüzünü dolduran bu aydınlığı güneş ışığı olarak düşünmeye imkân yoktu. Bu bir elektrik arkından gelen ışık olmalıydı. ‘Öyleyse’ Norton düşündü, ‘Rama’nın güneşi bizimkinden daha sıcak olmalı’. Bu astronomları ilgilendiren bir konuydu.
Şimdi „Düz Vadi” adını verdikleri o esrarengiz oluğun ve beş arkadaşının ne işe yaradıkları anlaşılıyordu. Bunlar dev boyutlarda ışık çizgilerinden başka bir şey değillerdi. Rama, çevresi boyunca simetrik olarak yerleştirilmiş altı tane çizgisel güneşe sahipti. Bunların her birinden geniş bir ışık yelpazesi ana eksene doğru yayılıyor ve dünyanın karşısına gelen yüzünü aydınlatıyordu. Norton bu ışıkların birbirini izler şekilde yakılarak gece ve gündüz etkisi verilip verilmediğini, yoksa buranın sürekli gündüzü olan bir dünya olarak mı kalacağını merak etti. Nasıl olsa göreceklerdi.
Bu köreltici ışık çizgilerine uzun süreli bakış gözlerini yeniden incitmişti, aslında onları yeniden kapatmak için bir neden bulduğuna çok memnundu. O ana kadar zihni ilk görüntünün etkisinden henüz kurtulamamıştı. Kendini toparladıkça daha ciddi konular üzerinde düşünmeye başladı.
Rama’nın ışıklarını kim veya ne yakmıştı? İnsanların uygulayabileceği en duyarlı testlerin sonuçlarına göre bu dünya sterildi. Şimdi ise doğal güçlerin hareketleri ile açıklanamıyacak bazı şeyler oluyordu. Burada hayat bulunmayabilirdi, fakat belki de bilinç ve duyarlılık vardı… belki de robotlar milyonlarca yıllık uykularından uyanmaktaydılar… belki de bu ışık patlaması program dışı bir kaza, bir spazm veya yaklaştıkları yeni bir güneşin sıcaklığına son vahşi cevabı veren makinelerin ümitsiz ölüm çırpınmasıydı. Kısa bir süre sonra belki de sonsuza kadar uyanmamak üzere dinlenmeye çekileceklerdi.
Fakat Norton Rama’nın bu kadar basit şekilde açıklanabileceğine inanmıyordu. Bilmecenin taşları, hâlâ bir çoğu eksik olmasına rağmen yerine oturmaya başlamıştı. Kafasını bilinmeyenler kurcalıyordu. Hiçbir yıpranma izi görülememesi… sanki Rama daha dün yaratılmış gibi insanda uyanan yenilik hissi… bunları anlıyamıyordu.
Bu düşüncelerin aslında ona korku hisleri yaratması lazımdı. Fakat o böyle duygulara kapılmamıştı, tam aksine Norton bir canlılık, hatta bir neşe hissediyordu. Burada, bulmayı umduklarından çok daha fazla keşfedilecek şey vardı. Kendi kendine ‘Bekle bakalım’ dedi. ‘Rama Komitesi bu olanları bir duysun’.
Sonra, kararlı bir serinkanlılıkla gözlerini açtı ve gördüğü her şeyi dikkatle incelemeye başladı.
Önce bir tür bakış düzeni kurmak zorundaydı. Şu anda insanlığın bu güne kadar gördüğü en büyük kapalı sahaya bakıyordu, bunun içinde yolunu bulabilmesi için bir mantık haritası yapması lazımdı.
Zayıf çekim gücü ona bu konuda hiç yardımcı olmuyordu, çünkü az bir çaba ile yukarı ve aşağı kavramlarını istediği yöne çevirebilirdi. Fakat bazı yönler psikolojik bakımdan sakıncalı olduğundan bunları aklından hemen silmek zorundaydı.
En emin yol on altı kilometre genişliğinde ve elli metre derinliğinde dev bir kuyunun dibinde durduğunu düşünmekti. Böyle bir düşüncenin avantajı düşme korkusunu aklından silmesi oluyor fakat başka sakıncalar doğuruyordu.
Norton bu şekilde düşünürse Rama’nın silindirik iç yüzeyi etrafında kule şeklinde yükselmiş oluyordu ve bu yükselen şehirlerin, kasabaların, çeşitli renklerde bölünmüş belirli yapıdaki bölgelerin duvarlara sağlam bir şekilde tespit edilmiş olduğunu, üzerine devrilmeyeceğini ve tam tepesindeki tavandan sarkan çeşitli kompleks yapıların ve boynuz şeklindeki uçların Dünya’daki büyük konser salonlarında tam tepelerinden sarkan büyük avizelerden daha sinir bozucu olmadığını kabul etmek zorundaydı. Fakat bu görüşe uymayan tek şey Silindirik Deniz’di.
Orada, yukarıda, kuyunun tam ortasında hiçbir dayanağı olmadan tam bir çember çeviren bir su kuşağı… bunun su olduğuna hiçbir kuşkulan kalmamıştı… arasıra içinde hâlâ erimemiş birkaç buz kütlesinin parıldadığı canlı mavi renkte bir su kütlesi… Yirmi kilometre yukarıda, silindirin iç yüzünde tam bir daire çeviren bir deniz… bu düşündüğü düzene uymayan bir görüntüydü. Bu nedenle başka açıklama aramaya başladı.
Bir anda aklında sahne doksan derece döndü. Demin düşündüğü derin kuyu birdenbire iki tarafı kapalı uzun bir tünele dönüşmüştü. Şimdi aşağı kavramı altında uzayan merdivenlerin yönünde oluyordu ve artık Norton bu görüş açısından bu dünyayı inşa eden mimarların gerçek amaçlarını anlıyabiliyor ve onların gözüyle bakabiliyordu.
Hafifçe eğri ve on altı kilometre yüksekliğinde bir uçurumu tırmanıyordu. Bu yüksekliğin yarısı, yukarda kalan ve artık gökyüzü olarak kabul edeceği eğri tavana kadar uzanıyordu. Altında, basamaklar beş yüz metre inerek ilk teras veya platforma ulaşıyordu. Orada parmaklıklı merdivenler başlıyor ve bu düşük çekim bölgesinde hemen hemen dik bir şekilde aşağılara uzanıyor; sonra, artan çekime paralel olarak yavaş yavaş eğim kazanarak beş platform daha geçtikten sonra uzaktaki ana düzlüğe varıyordu. Norton ilk birkaç kilometre basamakları seçebiliyordu, fakat ondan sonra basamaklar düzgün bir şerit gibi gözüküyorlardı.
Bu muazzam merdivenin iniş görüntüsü o kadar heybetliydi ki onun gerçek ölçülerini kavrayabilmek çok zordu. Norton bir zamanlar Everest Tepesi’nin çevresinde uçmuş ve büyüklüğüne hayran kalmıştı. Bu merdivenlerin de Hi-malayalar kadar yüksek olduğunu düşündü, ancak bir karşılaştırma yapmak çok anlamsızdı Diğer taraftan üzerinde, gökyüzünde eğimli bir şekilde silindirin çevresindeki değişik yerlere uzanan diğer iki merdiven, Beta ve Gamma ile de bir karşılaştırma yapmak mümkün değildi. Alfa’nın benzeri olmalarına rağmen onunla ters yönlere uzanmaları oldukça akıl karıştırıcı bir görüntüydü. Norton artık hafifçe geriye eğilerek onlara kısa bir göz atabilecek kadar kendine güven kazanmıştı. Sonunda bu merdivenlerin varlığını unutmanın en iyi şey olacağına karar verdi.
Rama ile ilgili olarak düşündüğü iki görüş düzeninin yanında hiç aklına getirmek istemediği bir görüntü daha vardı. Bu da ilk düşündüğü gibi dikey bir kuyu veya silindirde bu kez tıpkı bir sineğin eğri bir tavanda tepesi aşağı durması gjbi kendinin tavandan aşağıya sallanmakta olduğu fikriydi — aşağıya elli kilometrelik bir düşme korkusu… Norton bu görüntünün zihnini kemirdiğini hissettiği anda bilinçsizce basamaklara sarılmamak için kendini zor tuttu.
Bu korkuların zamanla kaybolacağına ve özellikle uzayın gerçekleriyle karşılaşmak için yetiştirilmiş insanlar için Rama’nm bu gariplik ve harikalarının, korkunçluğunu kaybedeceğine emindi. Belki; Dünya’dan hiç ayrılmamış, onu çevreleyen yıldızları hiç görmemiş bir insan bu görüntülere dayanamazdı. Fakat, eğer bunlara göğüs gerecek insanlar varsa — inatçı bir kararlılıkla Norton kendine söz verdi — bunlar Endeavour’un Kaptan ve tayfaları olacaktı.
Kronometresine göz attı, bu düşüncelere dalalı iki dakika olmuş, fakat sanki bir ömür geçmişti. Üzerindeki durgunluğu atmak için büyük çaba harcayarak, gittikçe zayıflayan çekim gücünde kendini merdivenin son yüz metresinde yavaş yavaş yukarı çekmeye başladı. Giriş tünelin© girmeden önce Rama’ya dönerek son kez hızla gözden geçirdi.
Son birkaç dakikada Rama yine değişmişti. Denizden bir sis yükselmekteydi. Hayalet şeklindeki dumanlar ilk dört yüz metreden sonra Rama’nm dönüş yönüne doğru keskin bir eğim yapıyorlar, sonra da yukarılara tırmanan havanın hızını artırma çabası nedeniyle çalkantılı bir girdabın içinde kayboluyorlardı. Bu silindirik dünyanın alize rüzgârları göklerdeki düzenini kurmaya başlamıştı ve bilinmeyen çağların ilk tropik fırtınası başlamak üzereydi.