126008.fb2
Giriştiği maceranın büyüklüğü Silindirik Deniz’in kıyılarına varıncaya kadar Jimmy Pak’ı pek sarsmamıştı. O ana kadar bilinen bölgelerin üzerinde uçuyordu. Felakete yol açabilecek bir arıza olmadığı takdirde her zaman güvenle iniş yapabilir ve üsse, arkadaşlarının yanına birkaç saat içinde yürüyerek dönebilirdi Bu tercih artık kalmamıştı. Eğer denize inmek zorunda kalırsa onun zehirli sularında boğulması olasılığı çok kuvvetliydi. Güney kıtasına güvenli bir iniş yapsa bile, En-deavour, Rama’nın Güneş’e yaklaşan yörüngesinden ayrılmak zorunda kalmadan evvel onu kurtarmaları mümkün olamayabilirdi.
Diğer taraftan bütün bu düşündüklerinin başına gelebilecek en küçük tehlikeler olduğunu kavrayabilecek kadar zekiydi. Üzerinde uçtuğu tümüyle bilinmez bu bölge her an değişik sürprizler ortaya çıkarabilirdi. Ya burada onun davetsiz ziyaretini hoş karşılamayan uçan yaratıklar varsa? Havada bir güvercinden daha büyük bir şeyle kapışmak hiç hoşuna gitmezdi. Uygun bir yere rastlayacak birkaç gaga darbesi Yusufçuğun hava dinamiğini yok edebilirdi.
Fakat; eğer tehlike olmasa ne başarı ne de macera hissi olurdu. Şu anda milyonlarca kişi onunla seve seve yer değiştirmeye razıydı. Jimmy yalnız hiç kimsenin şimdiye kadar gidemediği değil, hiçbir zaman da gidemeyeceği yerlere ulaşmak üzereydi. Jüm tarihte Rama’nın güney bölgelerini dolaşabilen tek insan o olacaktı. Ne zaman korku dalgasının onun kavradığını hissetse bunları hatırlıyordu.
Artık, etrafını çevreleyen dünyanın ortasında, boşlukta oturmaya iyice alışmıştı. Ana eksenden iki kilometre aşağı düşmüş olduğundan yukarı ve aşağı kavramları onun için iyice belirginleşiyordu. Yeryüzü yalnız altı kilometre altında, gökyüzü ise on kilometre üstündeydi. Londra şehri, yukarıda tepe noktasına yakın yerde baş aşağı görünüyor, buna karşılık Nevv-York, altında ve düz bir şekilde duruyordu.
Giriş kontrol ona seslendi: „Yusufçuk, oldukça aşağı düştün… Eksenden iki bin iki yüz metre.” „Teşekkürler. Yükseklik kazanacağım. İki bin metreye gelince haber verin.” Buna dikkat etmesi lazımdı. Doğal olarak uçucunun yükseklik kaybetme eğilimi vardı ve Jimmy’ye tam olarak nerede olduğunu söyleyecek aletleri de yoktu. Eğer sıfır çekim bölgesinden çok uzaklaşacak olursa tekrar ortaya tırmanamayabilirdi. Şükür ki geniş bir hata payı ve ana girişten onu devamlı izleyen biri vardı.
Artık denizin üstündeydi ve saatte yirmi kilometre hızla pedal çeviriyordu. Beş dakika sonra New-York’un üzerinde olacaktı. Ada, Silindirik Deniz’in çevresinde durmadan dolanan bir gemiye benziyordu.
New-York’a ulaştığı zaman, küçük televizyon kamerasının hareketsiz ve titreşimsiz görüntüler yollayabilme-si için, birkaç kez durarak şehrin üzerinde bir tur attı. Binaların, kulelerin, endüstri fabrikalarının ve enerji istasyonlarının — veya bunlara ne denebilirse. panoramik görüntüsü büyüleyici fakat anlamsızdı. Bu şehrin kompleks yapısını ne kadar incelerse incelesin hiçbir şey anlayamayacağı ortadaydı. Kamera onun kavrayabileceğinden çok daha fazla ayrıntıyı kaydedebilir ve bir gün — belki de 143 yıllar sonra — bir bilim adamı onlarda Rama’nın sırlarının anahtarını bulabilirdi.
New-York’tan ayrıldıktan sonra, denizin diğer yarısını geçmesi on beş dakika sürdü. Farkında değildi, fakat suyun üstünde daha hızlı yol alıyordu. Ancak güney sahiline ulaştıktan sonra bilinçdışı olarak gevşedi ve hızı saatte birkaç kilometre düştü. Artık tümüyle yabancı topraklar üstündeydi, fakat hiç olmazsa altında kara vardı. Denizin güney sınırını oluşturan büyük uçurumu geçtikten sonra, TV kamerası ile yavaşça bu bölümün çevresinde tam bir tur attı, „Fevkalâde!” dedi giriş kontrol „bu, harita yapımcıları çok mutlu edecek, kendini nasıl hissediyorsun?” „Çok iyiyim — yalnız~biraz yorgun, fakat tahmin ettiğim kadar değil. Kutuptan ne kadar uzaktayım?” „On beş nokta altı kilometre.” „On kilometre kalınca bana haber verin, o zaman biraz dinlenirim. Yükseklik kaybetmememe dikkat edin. Kutba beş kilometre kalınca tekrar yükselmeye başlayacağım.” Yirmi dakika sonra, dünya üzerine kapanmaya başlamıştı. Rama’nın silindirik kısmının sonuna gelmiş, güney kubbesine giriyordu.
Burasını Rama’nın diğer ucundaki kubbede bulunan ana girişteki teleskoplardan saatlerce izlemiş ve coğrafyasını tümüyle ezberlemişti. Bu bile onu çevresindeki hayret verici manzaraya tam anlamıyla hazırlamamıştı.
Rama’nın kuzey ve güney uçları birbirinden tümüyle farklıydı. Burada üçlü merdivenler, dar ve ortak merkezli plato serileri, ana girişten düzlüğe kadar dümdüz uzanan bir kubbe yoktu. Bunun yerine kubbeden eksen boyunca uzanan muazzam bir ana boynuz ve onun çevresini eşit aralıklarla çevreleyen yarısı büyüklükte altı küçük boynuz vardı. Bütün küme, bir mağaranın tepesinden sarkan ve hayret uyandıracak kadar simetrik bir sarkıtlar gurubuna benziyordu. Diğer taraftan, bakış açısını de-
ğiştirinçe de bir kraterin dibine inşa edilmiş bir Kamboçya tapınağının helezonlarını andırıyordu.
Bu ince uzun ve ucuna doğru sivrileşen kuleleri birleştiren ve onlardan aşağı inerek kubbenin eğri düzlüğüne ulaşan dayanma kemerleri, bir dünyanın ağırlığım çekebilecek kadar sağlam görünüyorlardı. Belki de, Dun-ya’da birinin ileri sürdüğü gibi bunlar egzotik bir güdüm sisteminin elemanları görevi.ni yapıyorlardı.
Teğmen Pak merkezdeki boynuza dikkatle yaklaştı ve aralarında yüz metre kalınca pedal çevirmeyi keserek Yusufçuk’u durdurdu. Radyasyon düzeyini ölçtü, sonuç Rama’da şimdiye kadar bulunan çok düşük düzeyden hiç farklı değildi. Burada bazı güçler etkin durumda ise bunlar, insanların hiçbir aracının saptayamayacağı güçler olmalıydı. Bunlarla karşılaşmak da kaçınamayacağı başka bir riskti. Ana giriş endişeyle sordu: „Ne görebiliyorsun?” „Yalnız Büyük Boynuz — kesinlikle pürüzsüz — üstünde hiçbir işaret yok — ucu o kadar sivri ki iğne olarak kullanabilirsiniz. Neredeyse yanına gitmeye korkacağım.” Yarı şaka yarı ciddi konuşuyordu. Böyle muazzam bir cismin geometrik olarak bu derece mükemmel incelti-lebilmesi inanılmaz bir şeydi. Jimmy iğnelere geçirilerek yapılmış böcek koleksiyonları görmüştü, sevgili Yusufçuğunun da aynı sona uğraması hiç hoşuna gitmezdi.
Boynuz, önünde birkaç metrelik bir çapa ulaşıncaya kadar yavaş yavaş pedal çevirdi. Sonra tekrar durdu. Küçük bir kutuyu açtı, yavaşça içinden bir beyzbol topu büyüklüğünde bir küre çıkardı ve onu boynuza doğru fırlattı. Top havada giderken peşinden zorla görülebilen çok ince bir ipi de sürüklüyordu.
Bomba pürüzsüz ve eğri yüzeye çarptı ve yapıştı. Jimmy önce ipi hafifçe çekerek denedi, sonra daha kuvvetle asıldı. Bir balıkf mırf ağını çekmesi gibi, Yusufçuk’u yavaş yavaş — tak’tığı isme çok uyan — Büyük Boynuz’ un ucuna elini değdirip bir temas sağlayıncaya kadar yanaştırdı. „Buna da bir tür tuş diyebilirsiniz” diyerek ana girişe rapor vermeye başladı, „insanda cam hissini uyandırıyor — hiçbir sürtünme yok ve çok hafif bir ısı var. Yapışkan bomba iyi iş gördü. Şimdi mikrofonu deniyorum… bakalım emici ayaklar sağlam tutuyor mu?., şimdi fişi takıyorum… bir şey duyabiliyor musunuz?” Ana girişte uzun bir sessizlik oldu. Sonra sıkıntılı bir ses konuştu: „Allah kahretsin… normal ısı çıtırtıları dışında bir şey yok. Boynuza bir maden parçasıyla vurur musun? Hiç olmazsa içinin boş olup olmadığını öğreniriz.” „Peki… Şimdi ne yapayım?” „Boynuz boyunca uçmanı ve her yarım kilometrede bir tam görüntü vermeni istiyoruz. Bu arada olağandışı bir şey görürsen bizi ara. Sonra, eğer tehlikesiz olacağına karar verirsen küçük boynuzlardan birinin yanına gidebilirsin. Fakat tekrar sıfır G’ye bir problemle karşılaşmadan geri dönebileceğine emin olmadan buna girişme.” „Eksenden aşağı üç kilometre… bu Ay çekiminden biraz fazla olacak. Yusufçuk bu çekim için yapıldı, yalnız biraz daha fazla çalışmam gerekecek.” „Jimmy, Kaptan konuşuyor. Benim bu konudaki düşüncem başka. Yolladığın resimlerden anladığıma göre küçük boynuzlar da büyüğün aynı. Yakınlaştırıcı objektifler kullanarak onların resimlerini al daha iyi. Çok önemli olduğuna inandığın bir şeyi görmedikçe düşük çekim bölgesinden ayrılmanı istemiyorum… bunu gerektiği zaman konuşuruz.” „Peki Kaptan.” Jimmy’nin sesinde bir ferahlama vardı. „Büyük Boynuz’a yakın kalmaya çalışırım, işte tekrar yola çıkıyoruz.” Kendini ince ve yüksek dağların arasında kalrmş dar bir vadiye doğru düşüyor hissetti. Büyük Boynuz şimdi üstünde bir kilometre yükselen bir kule gibi görünüyordu ve küçük boynuzların altı sivri ucu onun çevresinde, olduğundan daha korkunç bir görüntü içindeydi. Alttaki eğimli kısımları çevreleyen dayanma direkleri ve kemerleri kompleksi ona doğru hızla yaklaşıyordu. Bu dev mimarinin bir yerine güvenli bir iniş yapmak mümkün olabilecek miydi? Gittikçe genişleyen eteklerindeki artan çekimin, yapışkan bombanın zayıf gücünü etkisiz hale getireceği Büyük Boynuz’a bir iniş yapabilmesi artık imkânsızdı.
Güney kutbuna daha da yaklaştıkça, kendini çok büyük bir katedralin kemerli çatısı altında uçan bir serçeye benzetmeye başladı — kaldı ki şimdiye kadar inşa edilebilen en büyük katedral bu yerin ancak yüzde biri büyük-lüğündeydi. Buranın dinsel bir yapıt veya buna benzer bir yer olduğunu düşündü, fakat hemen bu fikrinden vazgeçti. Rama’nın hiçbir yerinde artistik bir anlatım izine rast-layamamışlardı. Her şey tümüyle görevseldi.Belki Romalılar evrenin bütün sırlarını bildiklerine inanıyorlar ve insanlığı peşinden sürükleyen dinsel özlem ve amaçların korkularına artık esir olmuyorlardı.
Bunlar, Jimmy’nin genellikle pek derin olmayan felsefesine oldukça yabancı ve ürkütücü düşüncelerdi. Jimmy birden uzaktaki arkadaşlarıyla yeniden temas kurmak ve durumunu onlara bildirmek arzusunu duydu. Ana giriş: „Bir daha tekrarla Yusufçuk” dedi. „Seni anlayamıyoruz… yayın bozuluyor.” „Tekrar ediyorum… Altı numaralı küçük boynuzun dibine yaklaştım, kendimi iyice yanaştırmak için yapışkan bombayı kullanıyorum.” „Seni kısmen anladık. Bizi duyabiliyor musun?” „Evet çok iyi. Tekrarlıyorum çok iyi.” „Lütfen rakamları saymaya başla.” „Bir, iki, üç, dört…” „Vazgeç bundan. Bize on beş saniye sinyal gönder sonra tekrar konuş.” „Tamam.” Jimmy, Rama’nın neresinde olursa olsun kendisinin bulunmasını sağlayacak düşük güçlü sinyal aracının düğmesini çevirdi ve saniyeleri saymaya başladı. Tekrar konuşmaya başladığında sesi oldukça kuşkuluydu: „Ne oluyor? Şimdi beni duyabiliyor musunuz?”
Galiba duymuyorlardı, çünkü karşıdan on beş saniyelik TV yayını istediler. Jimmy iki kez daha sorusunu tekrarladıktan sonra ancak cevap alabildi: „Bizi duyduğuna sevindik Jimmy. Fakat senin uçta çok garip şeyler oluyor. Dinle.” Radyodan ona dinlettikleri bantta önce kendi sinyalinin tanıdık ıslığını duydu. Bir an için ona her şey çok normal gibi gelmişti, fakat sonra, yayında garip bir bozulma olmaya ve bin saykllık ıslık, sanki derin nabız atışlarına benzeyen titreşimlerle değişmeye başladı. Bu titreşimler işitme duyusunun en düşük sınırlarında kalacak kadar hafifti ve bir tür çok derin bas tonundaydı. Öyle bir ritmi vardı ki her titreşim duyulabiliyordu. Diğer taraftan bu değişimin kendisi de değişmekteydi, yaklaşık olarak beş saniyelik aralarla yükseliyor, alçalıyor, yükseliyor, alçalıyordu.
Jimmy bunun haberleşme cihazındaki bir arızadan meydana geldiğini düşünmedi bile. Bu ses dışardan geliyordu. Fakat neydi bu? Ne anlama geliyordu? Bunlar onun düş gücünün dışındaydı.
Ana giriştekilerin durumu da ondan farklı değildi, fakat hiç olmazsa sonunda bir fikir ileri sürdüler: „Çok yoğun bir tür alan içinde olduğunu sanıyoruz — belki de manyetik — yaklaşık on saykl frekansta… tehlike yaratabilecek kadar kuvvetli olabilir. Oradan hemen uzaklaşmanı istiyoruz. Bu güç yalnız bulunduğun bölgede sınırlı olabilir, bu nedenle uzaklaşırken sinyal düğmeni gene aç, biz ara sıra onu sana geri çalarız, sen de böylece nerede bu etkiden kurtulduğunu anlayabilirsin.” Jimmy hemen boynuza yanaşma fikrinden vazgeçerek telaşla bombanın ipini çekip yapıştığı yerden kurtardı. Kulaklıklarında titreşen sesleri dinlerken. Yusufçuk’a geniş bir daire çizdirmeye başladı. Birkaç metre gittikten sonra, giriş kontrolün etkinin belirli bir yerde sınırlı olduğu tahminini doğrular gibi, sesin yoğunluğunun azalmaya başladığını söyleyebilirdi.
Sesi ancak beyninin derinliklerinde hafif bir atış gibi son olarak hissedebildiği noktada bir an durakladı. İlkel bir vahşi de dev bir enerji transformatörünün hafif mırıltılarını herhalde böyle anlamsız bir korku ile dinleyebilirdi. Fakat bu vahşi hiç olmazsa işittiği sesin göksel enerjiden gelen bir uyarı olduğunu düşünebilecek kadar bir tahmin yürütebilirdi. Kendisi ise…
Bu ses ne anlama gelirse gelsin, Jimmy ondan uzaklaştığına memnundu. Burası, güney kutbunun heybetli mimarisi arasında, yalnız bir adamın Rama’nın sesini dinleyebileceği bir yer değildi.