37703.fb2
Halil Hilmi Efendi mutasarrıfın yolda olduğunu doktor Arif Beyden öğrendiği zaman ellerini kulaklarına götürerek makam ile:
«Buyurun cenaze namazına», diye bağırmıştı.
İlk korkusu Sarıpmardan başka bir yere atılmaktı. Halbuki şimdi onu öpüp başına koyuyordu. Tekaütlüğüne kalan altı sene dört ay on küsur günü doldurmak için memleketin en ücra kazasına oynaya oynaya giderdi. Fakat azledileceği ve yıllarca süründürüleceği artık kör kör, parmağım gözünde idi.
Biçare adamın pir aşkına başkalarının narına yandığı zamanlar için bir tekerlemesi vardı:
«Evriliküm, çevriliküm, ga-farip Halil Hilminin başma devriliküm» derdi. Şimdi de doktor Arif Beye ayni şeyi tekrar ediyor, onun tesellilerine kulak asmıyordu.
— Hâsılı tatlı canını sıkıntıya sokma doktorcuğum. Allah razı olsun; sağ ol, var ol, beni düşünüyorsun. Fakat ben kara kara yandım. Rezaleti bir gözünün önüne getir. Bütün dünya Sanpınarı yandı biliyor. Fakat Sarıpınar burnu bile kanama-mış, turp gibi ayakta... İstanbul gazetelerini görüyorsun. Sade bunlar kâfi. Üstelik bana «gazeteleri susturan mürteci» diyorlar.
Ortada henüz isim yok ama, belli ki, beni kastediyorlar. Bereket versin ki, darağacı modası tavsadı. Kasabada hacısı, hocası biribirine bütün olup bitenlerin mes'uliyetini, döndürüp dolaştırıp benim sırtıma yüklüyorlar. O yardım heyeti de üstüne tüy dikti. Teresler günlerce yediler, içtiler, keyif çattılar. Şimdi de «bizi buraya neye çağırdılar» diye bağırıyorlar.
«birbirine girdiler dolaplarla âblar «Âblar galip gelince döndüler dolaplar»
Evet, âblarla dolaplar bu kadar birfibirine girince elbet bir kırılıp dökülme olacak ve kabak tabiatile Halil Hilminin sahipsiz kafasına patlıyacak. Mutasarrıfın Eşref oğlanı neye gönderdiği malûm. Öteki rezaletleri de duyunca... Herif buraya babasının hayırma mı geliyor? O çoktan bunu tasarladı. Eşrefe; «sen evvelâ git, lâzım gelen hazırlıkları yap, ben de arkadan gelirim. Herifi sepetleriz» dedi. Allah bilir belki azlim bile mutasarrıfın cebindedir. Üstün körü bir soruşturma yapacak. «Kim bu rezalete sebep?» - Halil Hilmi Efendi tabiî - haydi arkadaş bahtın açık olsun... Sen sağ ben selâmet. Üzülme doktor. Bak, ben üzülüyor muyum?
Dediği kadar olmamakla beraber Halil Hilmi Efendi hakikaten pek üzülüyor sayılmazdı. Başına geleceği artık kat'î olarak anlamıştı. Hattâ bir aralık beyhude tezellülü bırakmayı; yıllardanberi durup dinlenmez bir sağanağa karşı, altında daima başını eğerek yaşadığı bu kapıdan, gurur ile kollarını sal- lıyarak çıkıp gitmeyi düşünmüştü. Fakat ne çare kfi, bugün artık böyle bir hareketin bile tadını duyamıyacak kadar bezgin ve yorgundu.
Mutasarrıfın geleceğini öğrendiği zaman ilk işi Hurşide bir hamal çağırtarak Hükümet konağındaki 'ufak tefek eşyasını evine taşımak oldu.
Doktora:
«İlin kâşanesinden kendi viran hanemiz yeğdir» diyordu, neme lâzım... Yarın kovulduktan sonra halkın gözü önünde çıkmaktansa şimdi giderim daha iyi.
Fakat sebep sade bu değildi. Mutasarrıfın kendisini hükümet konağında oturuyor görünce kızmasından da korkmuştu. Gerçi Eşref yahut başka kara ağızlıların bunu. çoktan yetiştirmiş olduklarına şüphe yoktu. Fakat kendi gözile görmesi elbet başka idi.
Mutasarrıfı kasaba dışında karşılamak töreninde ve belediye reisinin evindeki akşam yemeğinde Halil Hilmi Efendinin de yeri ve sırası vardı. Fakat o misafirin sağ yanında kendine verilmek istenen sandalyeyi ısrarla reddetti. Mühür Eşrefte bulunduğu için bugünün Süleymanı rda o olmak lâzım gelirdi. Kendisinin şimdilik hiç bir resmî sıfatı yoktu. İki arada tekaüt gibi, yaşma hürmeten efendilerinin sofrasına alman emektar lâlâ gibi bir şeydi. Sonra selâmetin daima kenarda olduğunu da unutmamak lâzımdı. Nasıl olsa çarpışacağı, daha doğrusu hücumlarına karşı kendini korumıya mecbur olacağı bir adamın mizaç ve meşrebine evvelâ karşıdan alışmak elbette daha ihtiyatlı olurdu.
O akşam kekeme yardım reisinden Ömer Beye» muallim Ahmet Masuma ve eczacı Ohenese kadar kasabanın bütün belli başlı çehreleri sofrada idi. Şimdilik her şey sükûn içinde geçiyordu. Halil Hilmi Efendiye göre güvenilmemesi lâzım ge- 8ı
len korkunç bir kasırga öncesi sükûnu. Yarın sabahtan tezi yok, dolaplar ile âblar tekrar birbirine girince sen seyreyle gümbürtüyü. O zaman bu akıllı uslu insanların şimdi rica ve niyazlarla birbirlerine ikram ettikleri tavuk butları ve hamur tatlılarını nasıl fitil fitil birbirlerinin burunlarından getireceklerini Halil Hilmi Efendi tecrübeleri ile biliyordu.
Mahcupluk ve şaşkınlık Hâmit Beyi hikmeti hüikûmetlerle dolu ağır bir Babıâli ricali sükûtuna daldırmıştı. Mutasarrıf bunun etrafa da sirayet ederek bunaltıcı bir hava meydana getirdiğini farkediyor ve bir şeyler söyliyerek ortalığı bir parça canlandırmak istiyordu. Çocukluğunun büyük kısmını Karagöz oynatmakla geçirmiş bir eski İstanbul paşazadesi olarak bunu becerebilirdi de. Fakat zaten ince olan sesinin bu kalabalık mecliste büsbütün cılızlaşarak otoriteyi bozmasından korkuyor ve yalnız arasına gülümsemeMe iktifa ediyordu. Mutasarrıfa kargı bir hürmetsizlik sayılmasından korkulduğu için kendi aralarında konuşanlar da yok gibiydi. Yalnız tuzu Jcuru olan Ömer Bey gülerek yanındakilere bir şeyler anlatıyor, fakat başka bir şey akla gelmemesi için arasıra uzaktakilere de yüksek sesle izahat veriyordu.
Bu sükûtun bir fenalığı, yemeğin sonuna doğru mühendis Kâzımın çenesini açtırmak oldu. Delinin münasebetsiz bir şeyler yumurtlaması pek mümkündü. Hele o sofranın alt başındaki köşesinde, sindiği delikten kedilerin oyununu seyreden ihtiyar bir fareye benzemiş olan Halil Hilmi Efendiden bahse başlayınca korku büsbütün arttı. Bereket versin ev sahibi ve misafirler, birbirile anlaşmışlar gibi, hep bir ağızdan gürültü edip gülmiye başladılar, daha sonra da eski rüştiye muallim evveli Hayrullah Efendiye uzun uzadıya horoz, köpek ve çakal taklitleri yaptırarak tehlikeyi büsbütün savuşturdular.
Halil Hilmi Efendi lodosta deniz tutmasından korkanlar gibi köşesinde kımıldanmadan oturduğu halde zihni durmadan işliyor ve faraziyeler yapıyordu. îlk karşılaştıkları zaman mutasarrıf neden onu tanımıyor gibi görünmüştü? Halbuki iki sene evvel merkefedie görüşmüşlerdi. Bir mutasarrıf, filen vazL fe başında bulunmasa da, kaymakamının' en dip köşede otun.
masını nasıl ve hele neden hoş görebilirdi? Bir kaza geçirdiğini bildiği halde yarım ağızla olsun, hatırını sormamış bulunması manalı değil miydi? Gerçi o yanında oturan Eşrefin de farkında görünmüyordu, fakat bunun münası büsbütün başka idi. Sonra mutasarrıfın ikide birde gözlüğünü düzelterek uzun uzun kendisine bakması da iyi alâmet olmamalıydı.
Biçare Halil Hilmi Efendi, Hamit Beyin gözlüğünü düzelterek baktığı şeyin kendisi değil, arkasında asılı büyük asma saatin bir türlü yürümek bilmiyen yelkovanı olduğunu ve bu saatte bütün düşüncelerinin zorla ikram edilen yemeklerden mümkün olduğu kadar az yemek ile valiye çekilecek telgraf ara. sındavgidip geldiğini anlamıyor; katı gömleğinin bir cellât lâlesi gibi boynunu sıkan lâstik yakası içinde buram buram ter döküyordu.