37703.fb2
Kendinden evvelki kaymakamın Bulgar kızı ile bazı rezaletleri olmuştu. Hattâ Nusret adındaki bu haşarı oğlanın başının yenmesine bir parça da bu dedikodu sebepti. Yalnız Nus-retin kendisi defolup gittiği halde, «Sarıpmar» kazasına yadigâr bıraktığı belâdan, Bulgar kızından kurtulmak bir türlü mümkün olmamıştı.
Çok çekingen bir idare adamı olan Halil Hilmi Efendi mutasarrıflığa yazdığı bir tahriratta:
«Mumaüey Nusret Beyin makamında ipka kılınıp mezbure Bulgar kızı Nadya, namı diğer Kızanlıklı Naciyenin mahalli ahara teb'idi kazamız hakkında daha hayırlı olurdu» yolunda bazı cümleler yazmak cesaretini göstermişti. Fakat Mutasarrıf ona hususî bir mektupla Nadya-nrn, Dahiliye nezareti eelilesi emri ile «Sarıpınar» da ikamete memur olduğunu hatırlatarak başından büyük işlere burnunu sokmamasını ihtar etmiş; fakat ayni zamanda da «sizin gibi hüsnü ahlâk ve fikri ciddiyet sahibi bir zatın nezareti altında bulunduğu müddetçe bizce hiçbir yolsuzluk mutasavver değildir» diye onu pohpohlamıştı.
Bulgar kızından o günlerde hiçbir şikâyet gelmiyordu. Fakat bu onun uslu yaşadığına delâlet etmezdi. Kazada birçok belli başlı kimselerle yatıp kalktığı nalde kendisinin şimdiye kadar yüzünü bile görmediği bu maskarayı bir kere makamına çağırması ve hükümet kuvvetini hissettirmesi fena mı olurdu?
Kızın geleceği günün sabahı Halil Hilmi Efendi karbonat¬la dişlerini ovdu; pantolonunun pürüzlenmiş parçalarım makasla düzeltti, sonra çarşıya çıkarak fesini kalıplattı; sakalını düzelttirdi. Maksadı ona babaca nasihatler vermekle başlamak, bir yüzsüzlük yapmıya kalktığı halde, şiddetle çıkışarak ne adam olduğunu anlatmaktı.
Bulgar kızı arkasında yeldirmeye benziyen bir eski manto, başı siyah bir örtü ile sımsıkı kundaklanmış, odanın en karanlık köşesinde ayakta duruyor, nereye sokacağını bilemediği ellerini titremesini önlemek ister gibi parmaklarını kilitliyordu. Parmaklardaki incecik eldivenler müstesna, bu kılık kıyafete, bu «müeddep» duruşa diyecek bir şey olmamak lâzımdı. Fakat o Nusret ahlâksızı zamanında buraya geldiği ve daire kapandıktan sonra karanlıklara kadar kaldığı günlerde muhakkak ki böyle durmamıştı. O zamanlar üzerinde ne bu külüstür ebe kadın mantosu, ne bu çatkı, ne bu eldivenler, ne daha kim bilir neler elbette yoktu.
Halil Hilmi Efendi Bulgar kızmın makam koltuğunda Nu.s-retin kucağına oturduğunu, bacaklarını makam masasının üstüne uzatarak - çorapları ile kısa etekleri arasında açık kalan çıplak etini - resmî kâğıtlara sürdüğünü, ellerile kaymakamın dudaklarını, burnunu sıktığını gördü. Şimdi her oturuşta kırık bir armonik gibi çeşit çeşit sesler vererek çöken bu makam koltuğunun yayları tevekkeli mi bu hale gelmişti?
Bütün bu rezaletler, kendisinin geceleri bir yer yatağı serdirip yatmaktan bile ürktüğü bir makam odasında, sultan Meh-medin karşı duvardaki çerçevesinden hayretle bakan büyük gözleri karşısında olmuştu, öyle mi? Bu düşünce Halil Hilmi Efendiyi âdeta kudurtmuştu. Gözlerinde gaddar bakışlar, sesinde mavzer kurşunu çatlayışları ile belki iki üç dakika esti, savurdu; Bulgar kızma şimdiye kadar hiç kimseye söylemediği kelimelerle başladı. Şimdiye kadar hiç kimseye söylemediği sözler sarfetti. Ah bu ses ve bu bakışları idarecilik hayatının daha başka saatlerinde de bulmak mümkün olsaydı1? Şimdiye kadar mutasarrıf, hattâ vali idi. Ancak bu bakışların okları Bulgar kızının etrafını tarayor; duvardaki Asya haritasını, «Ah minel aşk» levhasını delik deşik ediyor; çatlaklar ve bu¬dak delikleri arasından geçip gidiyor, fakat bir türlü asıl hedefe kızın yüzüne rastlamıyordu. Ne yapsın, yirmi beş senelik idare hayatında bir kere bile gözlerini bir kadın yüzüne dikmemişti. Bu masanın önünde birçok çarşaflı, peçeli (hemşire hanımlar), maramalarmı burnunun altından iğnelemiş birçok köylü ablalar geçmemiş değildi. Fakat o hiç bir zaman bunların yüzlerine bakmamış, bakışın tesirini sesine verdiği dargın bir hayvan homurtusu ile telâfiye çalışmıştı.
Fakat Bulgar kızının, ince eldivenleri arasında belirmiş bir mendil ile gözlerini silmesinden istifade ederek o gün buna da cesaret etti. Kız ağlıyordu; fakat ne ağlayış yarabbi! Garip karıcığının da gerçi yirmi beş senedenberi bundan başka bir şey yaptığı yoktu ama...
Bulgar kızı daha sonra aynı mendille burnunu silmeğe başladı. Burun silmek oldukça uygunsuz manzaralardan biridir. Hattâ fazla nezaketli insanlar bunu yaparken başlarını öte tarafa döndürürler. Ne yazık ki kan kocalar arasında böyle bir şey âdet olmamıştır; çünkü aile samimiyetine sığmaz. Hele biraz eskimiş karı kocalar arasında mubah olmayan ne kalabilir ki! Evet kendi karısı da, yüzündeki irin sarılığına mukabil nezleden daima kabarık ve kırmızı olan burnunun örselenmek-ten hafifçe nasır bağlamış kanallarını durmadan süer. Fakat Bulgar kızının kü..
O bu işi yaparken burnunun üst kısmı incelip ağarıyor; hoşlandığı bir kokuyu derinden derine içine çeker gibi burun kanatları kısılıyor; sonra çekilmiş kan eskisinden daha kırmızı ve kuvvetli olarak geri geliyor; burun kanatları tekrar genişliyor, oynuyor. Bu kızın burun silişi böyle olursa ya...! Kahpe tevekkelimi kasabanın gencini ihtiyarını birbirine katmıştı?
Halil Hilmi Efendi Bulgar kızma artık korkmadan bakıyordu. Fakat o korkuyordu. Hem nekadar! Kaymakam bir aralık elini kaldırmıştı. Bulgar kızı tokat yiyeceğini zannederek ürktü, başını hızla geri atarak dirseğini yüzüne siper etti.
Ne ürkek, ne biçare bir hali vardı bu kızın! Kendisi de Nusret gibi namussuz gir idare adamı olsaydı neler neler yapamazdı ona? Bir kelime söylemeden, daldan armut koparır gibi sadece elini uzatması kâfi idi. Evet, o istese Bulgar kızını bir elile belinden, ötekile çenesinden yakalıyarak, şu koltuğun, üzerinde, dizlerine oturtabilirdi; eldivenli elinden o küçücük mendili alıp, bu sefer kendisi onun burnunu silebilirdi. Hem de gaddarcasma burarak ve hırpalıyarak... Kızın bunlara ses çıkarmadan razı olacağına, hattâ tehlikeyi bu kadar kolay geçiştirdiğine sevineceğine şüphe mi vardı?
Sadece bu imkân Halil Hilmi Efendinin hiddet ve şiddetini geçirmîye ve onu çılgın bir visal gecesinden çıkmış kadar harap, koltuğuna çökertmiye kâfi gelmişti. O zaman biraz evvelki öfkesine hiç uymıyan bir yumuşaklıkla kızı çağırdı; masasının önünde, odanın en güneşli yerine dikti ve nasihatler, nasihatler, nasihatler verdi; baba nasihatleri, kardeş nasihatleri, kaymakam nasihatleri.
İlk karar evvelâ nasihat vermek, sonra onu haşlıyarak hükümet kuvvetini hissettirmekti. Tatbikatta gerçi program tersine döndü. Fakat esas maddelerinde haşlanmanın başa, nasihatin sona geçmesinden başka da bir aksaklık olmadı.
Derken bir hafta sonra bu ziyafet meselesi çıktı. Ömer Bey bir akşam üstü Ohanesin eczanesinde yakaladığı Halil Hilmi Efendiyi iğnelemek için evinde bir eğlenti yapacağını, bunda Bulgar kızının da bulunacağını haber verdikten sonra «red-detmiyeceğinizi bilsek zatı âlinizden de rica ederdik Huzurunuz bize şeref verirdi» diye eğlenmiş, onun kabul ettiğini görünce de şaşırmıştı.
Kaymakamın Ömer Beyin evinde, Bulgar kızının da bulunacağı bir saz âlemine gitmiye razı olması hakikaten meseleydi. Fakat bunca yıllık imsakten sonra o da «felekten bir gece» çalarsa kıyamet mi kopacaktı?
Halil Hilmi Efendi kendisi için yumuşak yastıklarla beslenmiş bir büyük koltukta her zamandan daha ağır ve mancup, üç kadeh rakısını içerken ne esip savurmuştu yarabbi!
Bu da Yuşa tepesindeki gece gibi hayatta bir daha geri dönmesine imkân olmıyan bir geceydi. Farkı, bunun artık bir son olduğunu acı acı bilmesinde idi.
Havadaki bunaltıcı sıcağa karşı pencereler fora edilmiş,
ilkönce ondan çekiniyor gibi görünen Bulgar kızı, biraz sonra |sormalı cepkeninden başlıyarak hemen büsbütün soyunmuştu. Kız oyun esnasında iki kere kaymakamın önüne gelmişti. Bir keresinde ona sırtını çevirerek dizlerini yere koymuş, sonra yavaş yavaş vücudunu arkaya kaykıltarak başını Halil Hilmi Efendinin dizlerine yaslamıştı.
Tavandaki lüküsün mavimsi ışığına karşı kucağında yatan çehre, - yanak ve dudaklarının ıslak boyaları ile, sürmeli kirpikleri arasında eritilmiş altın gibi sızan bakışları ile - Hükümette gördüğü çehreden nekadar başka idi. Diz kapaklarından çenesine kadar genç vücudunun bütün adaleleri yay gibi gerilmiş, tül göğüslüğünün altında meme uçları dimdik, çıplak omuzlarını hafif hafif dalgalandırıyor, parmaklarının ucunda ziller âdeta insan gibi konuşuyor.
Meslek hayatında bunca yıl «çıplak kadın oynatıyorlar» diye dehşetle dinlediği hikâyeler bundan başka bir şey miydi?
Halil Hilmi Efendi gittikçe açılan sabaha karşı gözlerini sımsıkı yumarak Bulgar kızının böyle tepeden aşağı bakıldığı zaman tanınmıyacak kadar başkalaşan çehresini, kabarmış gö-rilmiş, tül göğüslüğünün altmda meme uçları dimdik, çıplak olan kısmı bir kere daha gördü. Bu gecenin bir zelzele ile bitmesinden daha tabiî ne olabilirdi?
* * *
Bulgar kızı!.. Bu da ayrı bir mesele idi.
«Sarıpınar» m dağ köylerinden birinde Çerkez Murat diye bir at hırsızı yaşardı. Birinci Yunan muharebesi zamanlarında bu serseri birkaç sene ortadan kaybolmuş, sonra günün birinde yanında Kızanlıklı bir Bulgar kadını ve iki üç yaşında bir kız çocuğu ile tekrar çıkagelmişti. Bulgar kızı işte o iki üç yaşındaki kız çocuğuydu. Anası Çerkez Muratla evlenirken güya müslüman olmuştu. Çarşafla geziyor, namaz kılıyor ve Naciye diye çağırdığı kızma namaz sureleri belletiyordu.
Eski at hırsızı birkaç sene at alıp satarak namusu ile yaşa-miya savaşmış, söktüremeyince tütün kaçakçılığına başlamış, nihayet kolcular bir yerde sıkıştırıp alnına kurşunu veriştirdikleri gibi...
Su testisinin su yolunda kırılmasından sonra kaza merkezinde bekâr çamaşırı yıkamakla yaşıyan anası da birkaç yıl sonra gözlerini kapayınca Naciye büsbütün sokakta kalmış...
O vakit on on iki yaşlarında arsız bir kız çocuğu imiş. Erkek çocuklarla beraber bahçelerden yemiş ve zerzevat çalarak sokaklarda satıyor, düğün evlerinde oynuyor, nerede yatıp kalktığı belli olmuyormuş. Derken günün birinde Kızanlıktaki dayılarından hükümete bir mektup gelmiş. Bunlar yeğenlerinin kendilerine gönderilmesini istiyorlarmış; yeğenlerinin (yani bir müslüman kızının) kendilerine (yani Bulgaristana) gönderilmesini... Yağma mı var?
Bu haber duyulunca kasabada bir fırtınadır kopmuş: Sarı-pmar kazası parmak kadar çocuğa bakmaktan âciz mi? Her müslüman yılda bir yumurta ile yarım somun verse kasabada bir değil, on Naciye geçinir.
Nazariye güzel! Fakat ne çare ki, tatbiki mümkün olmamış ve kız evlâtlık olarak alındığı bir evde on dört yaşını bitirmeden bir kazaya uğramış...
Aradan bu kadar yıl geçtiği halde ne polis, ne de mahkeme bu kızı kimin baştan çıkardığını anlıyamamıştır. İşin içinden çıkamamıştır. Bir rivayete göre evin oğludur; başka bir rivayete göre babasının köyünden bir serseridir; yine bir rivayete göre de genç bir jandarma neferi. Hattâ ortada akla gelmiyecek daha başka isimler de vardır.
Bir kere kızın kendisinden bir şey öğrenmek imkân dışındadır. Babalığının oğlu yani kardeşliği için söylese inanılmaz; çünkü sığıntı olarak kapılandığı eve gelin olmak için bir iftirada bulunmadığı ne malûm? Jandarmayı söylese belki köylüsünü korumak için bunu yapmıştır; köylü için söylese jandarmanın tehdit etmiş olması akla gelebilir. Yahut belki bunların üçü de doğrudur, hattâ kazanın kazadan çok evvel irili ufaklı bir sürü serseri ile bahçelerden yemiş ve zerzevat çalmıya git¬tiği, düğün evlerinde oynadığı tarlalarda, viranelerde yatıp kalktığı günlerde olmadığını kim temin edebilir?
En doğrusu, kasabayı biribirine katmaktansa babalığının, baş göz sadakası, daha bir beş on lirayi gözden çıkarması, hükümetin de yardımile kızı îstanbulda bir yere aşırmağıdır.
İstanbul ona göre neleri kaldırmamıştır ki...
Fikir güzel olduğu gibi tatbikinde de bir güçlüğe raslanma-mıştır. Fakat üç sene sonra İstanbul bir fazilet krizi geçiriyor; l— İttihatçılar müslüman kokotların pek kalbur üstü olanlarını öteye beriye sürüyorlar; bu arada Naciye de kendi memleketine, yani talihsiz Sarıpmara geri çevriliyor.
Yalnız Naciye şimdi artık eski Naciye değildir. İstanbul mekteplerinde okumıya gönderilmiş en kabiliyetli memleket çocuklarından bir çoğunun fena doktor, fena avukat, fena mühendis olarak geri dönmüş olmalarına mukabil o, sanatının tam eri bir kokottur. Şık çarşafları, elmas yüzükleri, hattâ biraz hazır parası vardır ve marifetlerinin hepsi bundan ibaret değildir...
Çehresi gibi hareketleri ve konuşması da inanılmaz derecede başkalaşmıştı.
Sancak merkezinde ve kazada nüfuzlu hamiler buluyor, onları aralarında hır çıkmadan idare ediyor. Otuz bir Martta Sarıpmarlı birkaç softa asıldıktan sonra yenilik cereyanı adamakıllı kuvvetlendiği için memleket kendisine pek açıktan açığa ses çıkaramıyor. Zaten onun asıl mahareti her türlü taşkınlıktan çekinerek kendine tahammül ettirmeyi bilmesinde, kına gecelerinde oynamayı hemen hemen bir resmî meslek yapmış olmasındadır. Gerçi Naciyenin zaman zaman erkek meclislerinde de oynadığı oluyor. Fakat oynatanlar sen ben değil! Hem zajen bu kızın bir müslüman kızı olmadığı da artık anlaşılmıştır. Murat serserisi Naoiyeyi köy kütüğüne kendi kızı diye kaydettirivermiştir ama, o, karısının ilk kocasından olma bir Bulgjar çocuğudur.
Kim oldukları gerçi şimdi bilinmiyor, fakat sözüne inanılır bir takım ihtiyarlar bunu Muradın kendi ağzından işittiklerini yeminle söylemişlerdir. Yine bu, adı sam bilinmiyen ihtiyarla¬rın söylediklerine göre kızın adı aslında Naciye değil Nadyadır. Zaten" dayılarının onu vaktile Kızanlığa çağırmış olmaları da bunu göstermez mi? Böyle olunca bir Bulgar kızının erkek meclislerinde oynamasından Sarıpmara ne?
Halil Hilmi Efendi birkaç sene evvel bir heyetin hükümete müracaat ederek Naciyenin sicilini bu şekilde değiştirmek istediğini; fakat çapkın Nusretin bile buna cesaret edemediğini eski bir dosyadan öğrenmişti. Evet Naciye resmî kütükte hâlâ Naciye idi. Fakat erkek meclislerinde oynadığı zaman ona Kızanlıklı Nadya, hattâ daha sadece Bulgar kızı demek âdet olmuştu.